Tek çocuk olarak büyüdüğüm için belki de, kardeş hikâyeleri oldum olası şaşırtır, büyüler
beni. Benzer genleri taşıyan, aynı çatı altında yetişen insanlar arasındaki o muazzam sevgi ve
düşkünlük, bir o kadar dinmeyen kıskançlık ve rekabet, uzun seneler geçse de değişmeyen,
alabildiğine karmaşık ve derin bir bağ...
Geçmiş, zaman içinde aşınıp kabarmış, artık bir türlü kapanmayan bir pencere gibi. Örtük
tutmaya çalışırım; başarırım da çoğunlukla ama işte bazen güçlü bir rüzgâr eser, ardına kadar
açılıverir pencere kendiliğinden, içeri dolar yel; cereyanda kalırım, üşür ruhum. Burnumu çeke
çeke örtmeye çabalarım pencereyi, yeniden. Kapalı kalsın ki üşümeyeyim. Kapalı kalsın ki
düşünmeyeyim. Uzun seneler boyunca hiç sevmediğim iki sual vardı. Birincisi: “Nerelisin?”
“Strasbourg’da doğdum. Ankara’da anneannemle kaldım ama sonra gittim Madrid’de okudum.
Anne tarafım Kastamonulu ve Sivaslı ise de ben oralarda hiç yaşamadım. Baba tarafı İzmir’de
ama orayı da pek bilmem. İstanbul, Amman, Köln, Boston, Michigan, Arizona, Londra, gittim
geldim... Gider gelirim...”
Cevap vermekte hep zorlandığım ikinci soru: “Kardeşiniz var mı?” “Şey... Var ama yok.
Yok ama var. Galiba. Aslında. Yani... Tek çocuğum ben. Tam olarak öyle değilim ama öyle
büyüdüm işte...” İki erkek kardeşim var halbuki. Büyüğü ile ben yirmili yaşlarımın
ortalarındayken tesadüfen karşılaştık İstanbul’da bir üniversitenin kantininde. Ben onu
tanımadım, o beni tanımış ama. Aynı mekânda kendimizi bulunca merhabalaştık haliyle. İnsan
ne der kendi kardeşine, “Tanıştığımıza memnun oldum...” El sıkıştık gayet medeni. Aramızda
senelerin, sessizliklerin kolay kolay kapanmayan mesafesi.
Diğer kardeşim ise İzmir’de imza günüme geldi. Bit Palas’ı tanıtıyor olmalıyım o günlerde.
Kuyrukta bekleyenler arasında bir genç oğlan gözüme ilişti; bir an garip bir hisse kapıldım,
alacakaranlık kuşağına girmek gibi. Aynada kendi suretime bakıyorum sandım. Kardeşimdi.
İmzalamam için önüme bir kitap koyduğunda ne yazacağımı bilemedim. İnsan hiç görmediği
kardeşine nasıl kitap imzalar? “Hayat boyu mutluluklar ve daha sık karşılaşmak dileğiyle...”
Velhasıl bunca zaman bana yabancı bir dünya idi kardeşler âlemi, bilmediğim ve hep
merak ettiğim.
“Cinsiyet ayrımcılığına karşıyım” dedim Eyüp’e seneler evvel. “Çocukları tamamen eşit ve
hatta aynı büyütmekten yanayım.” “Süper fikir ama nasıl olacak o?” dedi fazla ciddiye almadığını
ele veren bir tonlamayla. “Bak şimdi. Kıza tekerlekli oyuncak, komando kıyafeti, yeşil su
tabancası; oğlana parlak çay seti ve çiçekli gömlekler almayı düşünüyorum. Ufak ama sembolik
adımlar bunlar. Böyle yapa yapa kültürel şablonları aşacağız azimle.”
“Hımm” dedi Eyüp. Dene de gör gününü dercesine. Yılmadım tabii. İlk günden itibaren
ikisine de benzer oyuncaklar verdim, zerrece ayrım yapmadan. Birine kaplan‐aslan‐maymun
çıkartması sunulduysa, aynısı ötekine de. Renklerden yana çok fazla seçenek yok doğrusu. Çocuk
kıyafetleri satan herhangi bir mağazaya göz atın. Kızların giysilerine bariz şekilde pembeler
beyazlar hâkim, oğlanların tişörtleri, şortları gayet ciddi, lacivert, kahve yahut haki. Olsun, ben
elden geldiğince karıştırdım, ikisine de moru sevdirmeye çalıştım. Alternatif olsun diye.
Bugün geldiğimiz noktada itiraf ediyorum ki kısmen pes etmiş durumdayım. Kızımın en
sevdiği renk cırtlak pembe. Bana inat ve bana rağmen tırnaklarını boyamayı seviyor, oğlum top
peşinde koşup, arabalarla oynuyor; verdiğim Barbie’lere elini bile sürmedi. Ne zaman şekillendi
bu kalıplar? Kendi kendime homurdanıyorum ha bire.
“Bakıyorum havlu atmışsın” diyor Eyüp tebessümle. “Genetik yahu...”
Kabul, işin bir kısmı genetik. Ama en az bir o kadarı kültürel. Ve belki de son tahlilde
sadece cinsiyet ayrımı değil mesele, bir de karakter farkları var. Her insan dünyaya kendi
özellikleriyle, kabiliyet ve renkleriyle geliyor. Bakıyor, hayret ediyorum aynı ortamda büyüyen
bireylerin nasıl olup da birbirlerinden bu kadar farklı olduklarına, olabildiklerine. Diyorum ya, bir
muammadır benim için kardeşler arası ilişkiler, oku oku çözemediğim...