28 Nisan 2015 Salı

Verimli Ders Çalışma Yöntemleri


Ders çalışmak okul hayatının bir gerekliliğidir. Pek çok önemli sınava hazırlanmak durumunda kalınır fakat herkes aynı derecede konsantrasyona sahip değildir. Konsantrasyon eksikliği kişilerin sıklıkla şikayet ettikleri konulardan biridir. Bunun neticesi olarak da ne kadar çalışılırsa çalışılsın istenilen verim elde edilemez. Ders çalışırken istenilen verimin alınabilmesi için bazı unsurlara dikkat edilmesi gerekmektedir. Uzmanlar tarafından belirlenen bu unsurlar kişinin dikkatini derse toplamasında oldukça yararlıdır. Ders çalışmaya başlamadan önce ve ders çalışma esnasında yapılması gerekenleri şu şekilde sıralayabiliriz.
1. Çalışırken istenilen verimin alınması için uygun bir çalışma ortamının sağlanması gerekmektedir. Ders çalışma ortamının sessiz, düzenli ve ferah olması gerekmektedir. Dikkat dağıtacak objeleri bulundurmamak gerekmektedir. Oldukça sade bir ortam konsantrasyonun sağlanmasında yararlı olacaktır.
2. Kişinin kendini ders çalışmaya hazırlamış olması gerekmektedir. Psikolojik olarak kendini rahatlatmalı, kafasındaki diğer düşünceleri çıkartarak sadece çalışacağı derse odaklanması gerekmektedir.
3. Çalışılacak olan dersle ilgili gerekli olan tüm araç ve gereçleri yanında bulundurmak da oldukça önemlidir. Aksi halde gerekli araç ve gereçleri almak için ders bölündüğünde konsantrasyon eksikliğine neden olabilir.
4. Kişinin nerede rahatsa o ortamda ders çalışması gerekmektedir. Fakat yatak ders çalışmak için uygun bir yer değildir. Rahatlıktan kasıt rahat bir masa ve sandalyedir.
5. Ders çalışmaya başlamadan önce yemek yemek yanlıştır. Yemek yedikten sonra insanın uykusu gelebilir. Bu yüzden yemekten sonra 1 saat kadar beklenmeli ve ders çalışmaya öyle başlanmalıdır. İnsanın karının aç olması da ders çalışma verimini etkiler. Bu yüzden ne aç ne de çok tok bir şekilde derse başlamamak gerekir.
6. Ders çalışmak için uygun zaman seçilmelidir. Bazı insanlar sabah uyandıklarında dinç olurlar ve kendilerini ders çalışmaya uygun hissederler. Bazı insanlar ise öğle veya akşam saatlerinde kendilerini ders çalışmak için hazır hissedebilirler. İnsanın hangi saatlerde ders çalışmak için daha hazır olduğunu tespit etmesi ve programını ona göre belirlemesi gerekmektedir.
7. Ara vermeden saatlerce çalışmak yanlış bir yöntemdir. Çünkü beyin yorulur ve konsantrasyon düşer. İnsanın konsantrasyon süresi yaklaşık 45 dakikadır. 45 dakika veya 1 saat çalışıldıktan sonra biraz ara verilmeli ve daha sonra derse tekrar başlaması gerekmektedir. Araları çok uzun tutmak da konsantrasyon eksikliğine neden olabilir. Bu yüzden 1 saat çalışıldıktan sonra yaklaşık 15 dakika ara verilmesi gerekmektedir.
8. Çalışılan dersten istenilen verimin alınması için tekrar yapmak çok önemlidir. Tekrar edilmeyen bilginin unutulması kaçınılmazdır. Özellikle 48 saat geçmeden çalışılan konuyu tekrar etmek bilgilerin daha kalıcı olmasını sağlayacaktır.
9. Zorlanan derslerin dışlanmaması gerekmektedir. Tam tersi anlayabilmek için zorlanan derslerin üzerine gidilmelidir.
10. Aşırı kaygı konsantrasyonu bozar. Bu yüzden sürekli başarılı olamayacağını düşünen kişi kendi motivasyonunu düşürür. Bunu aşmak için kişinin kendine güvenerek, başarılı olacağını düşünerek çalışması gerekir.
11. Televizyona takılıp kalmak, arkadaşlarla uzun telefon görüşmeleri yapıp zamanı kontrol edememek de verimi düşürür. Bu yüzden zamanı iyi kullanmayı öğrenmek gerekmektedir.

Yazar: Özge Yıldırım

Bu bilgiler Bilgiustamdan alınmıştır

27 Nisan 2015 Pazartesi

AVM'lerin sanata katkısı...









AVM’lerin sanata katkısı
12 Sanatçı ile 12 Söyleşi’de sanatçıların yetişme öyküleri, hocaları konusunda değerlendirmeleri, yaşamlarından kesitleri okuyacaksınız.
2000/2003 Annem, Babam, Ablam ve Ben II. Tuval üzerine yağlı boya (Nur Koçak).

AVM’lerin sanata katkısı

AVM’ler konusu çok tartışılıyor. Tartışılmalı da! Kimi zaman işlevleri üzerine çeşitli yorumlar yapılıyor. Onlarca AVM’den bazıları önemli görevleri de yerine getiriyorlar. Kimilerinde zaman zaman sergiler açılıyor, şimdi birçoğunda birer galeri de bulunuyor. Haliyle sanatı tanıtmanın, sevdirmenin bir yolunu da AVM’lerden geçirmek gerek.
Elimdeki kitap, Akasya Acıbadem’in 1’inci yaşı için özel olarak hazırlanan 12 Sanatçı ile 12 Söyleşi.
27 Nisan Pazartesi akşamı Akasya Acıbadem Sinema Katı’nda kitap ve belgeselin tanıtılacağı bir gece de düzenlenecek.
Kitapta yer alan 12 isim sırasıyla; Adnan Çoker, Nur Koçak, Güngör Taner, Seyhun Topuz, Meriç Hızal, Halil Akdeniz, Ergin İnan, Âdem Genç, Mustafa Ata, Balkan Naci İslimyeli, Bubi, Bedri Baykam.


SAF GYO A.Ş. Genel Müdürü Zeynep Akdilli Oral’ın AVM’lerin sanat açısından değerlendirmesini yaptığı “Neden 12 Sanatçı, 12 Söyleşi?” yazısından bir bölümü okuyalım:
“Biz Akasya Acıbadem olarak misafirlerimizin burada geçirdikleri zamanı daha değerli kılmaz üzere bazı sanat aktiviteleri, sergiler, söyleşiler düzenleyerek AVM’lerde  harcanan zamanın sadece alışveriş ile değil bir nebze de olsa sanat ile iç içe olmasını sağlamaya çalışıyoruz.
Tam karşılaştırmak doğru olmasa da Paris’te Louvre müzesini 2014 yılında 9,3 milyon ziyaretçi gezmişken 6 Mart 2014’de açtığımız Akasya Acıbadem 10 ayda 9,82 milyon ziyaretçi ağırladı. Matematik mantık ile düşünürsek örneğin Louvre müzesinde sergilenen bir yapıtı Akasya Acıbadem’in koridorunda sergilemiş olsaydı daha fazla ziyaretçi tarafından görülecekti.”
Biraz değişik ancak kabul etmeli, ancak insanın ikna olacağı bir teori.
Yalçın Sadak ise söyleşilerin kendi açısından özelliğini şöyle anlatıyor:
“Benim açımdan zorluk, söyleşi için seçilmiş sanatçılar hakkında eleştirel bir birikime sahip olmamdı. Projenin amacı sanatçıları, konuşturmak, sanata adanmış serüvenlerinin ilginç detaylarını birinci elden kayda geçirmekti. Dolayısıyla eleştirmen kimliğimi bir yana bırakıp ‘konuşturmayı’ seçmek zorundaydım ki bundan da özel bir keyif aldım.”
“Sanat böyle icra edilir”
Konuşmalarda, sanatçıların yetişme öyküleri, hocaları konusunda değerlendirmeleri, yaşamlarından kesitleri okuyacaksınız.
Sanatçının, sanatındaki değişimler, gelişimler de bu konuşmalarda ortaya çıkıyor. Yetişme ortamı, dönemleri, sosyal ortamları yalnız bir kişinin değil bir kuşağın yaratma sürecini iletiyor...
Fotoğraflarla zenginleşen kitapta bakalım kimler neler söylemiş.
İlk sanatçı Adnan Çoker. Sözü de şu: “Geçmişin büyük yapıtları elbette cezbeder bizi. Sanat böyle icra edilir.”
Nur Koçak, kendini şöyle tanıtıyor: “Aslında ben, işlerimde feminist eleştiri yapmak peşinde de değilim, sadece küçük boyutlu nesneler devasa boyutlarda getirip insanların gözüne soktuğunuz zaman ister istemez bir şeyler söylemiş oluyorsunuz”
Güngör Taner, resim için yalın bir taraf sunuyor: “Figüratif ya da non- figüratif, ortada düşünülmesi gereken şey, soyut ya da figüratif, yapılan bir şey, ya resimdir ya değildir. Bu kadar basit bu iş...”
İyi heykeltıraş Seyhun Topuz, bir sanatçı olarak koleksiyonerle veya bir başkasıyla arasında kurduğu ilişkiyi eseri üzerinden şöyle anlatıyor: “Ben her işimin nereye gittiğini bilirim ve de yerleştirirken  de yardımcı oluyorum. Kiminle yan yana olduğunu bilmek istiyorum. Koleksiyonerler de buna son derece büyük bir saygı ile yaklaşıyorlar”
Heykelin büyük ustalarından Meriç Hızal, malzeme ile sanatçının bağını anlatıyor: “Bir kere, asil malzeme olanları, zamana ve iklime direnci olanları severim. Taşı çok seviyorum, taşa yazı yazmayı seviyorum. Yani öyle bir coğrafyada büyüdüm. Hitit’te de, Frigya’lılarda da, Antik Greklerde, Osmanlı’da hatta Orta Asya’da da, özellikle taş üzerinde epigrafi sanatın görselleştiği, insanların düşüncelerinin, fikrinin, bilgisinin sunulduğu bir alan. Ayrıca taşı biçimlendirmezse, bir türlü heykeltıraş gibi hissedemez insan kendini. O kirliliği, yorgunluğu, malzeme ile boğuşmayı yaşamak bir haz verir. (...) Söyleyeceğim lafa hangisi uygunsa onu malzeme olarak kullanmaktan çekinmem, ama direnci olan şeyi daha çok seviyorum. Paslanmaz çeliği özellikle parlatıldığı zaman espası içine aldığı için severim.”
Peki Halil Akdeniz’e göre resim nedir? “Resim benim için aynı zamanda bir araştırma alanıdır, aynı zamanda resim benim düşüncelerimin notlarıdır”
Ergin İnan’ın ilgi odağını merak etmiyor musunuz? “Evet, yaşanmışlık izleri, onlar ilgimi çeker.”
Âdem Genç, sanatçı ve sanatı arasındaki bağı nasıl yanıtlıyor? “Her şeyden önce bir sanatçının yaşama biçimi, duruşu ve düşünceleridir sanata yansıyan şey”
Mustafa Ata, yaratmanın sürprizlerle ilgisini vurguluyor: “Başlarken ne yapacağımı çok iyi biliyorum, çünkü biliyorum dağarcık dolu, geçmişten bilgi birikimi var, bugün yaşadığım bir ortam var. Yaratma anı sürprizlere açıktır diyorum. Buradan, birbirinden değerli yapıtlar çıkabilir, çünkü yaratmalar her zaman bilinçli olmuyor ve sürprizlere açık yanları vardır diyorum.”
Balkan Naci İslimyeli için sanat ve sanatta kimlik nedir? “Sanatın zihinsel, duygusal bir laboratuvar olduğunu, çok geniş bir alan kapsadığını, sanatçınınsa o mimariyi ayakta tutan ana direk olduğunu unutuyorlar. Yaygın öneri şu; biz hep aynı şeyleri yapacağız, dünya bu kadar değişirken aynı kalacağız ve talebe uygun işler yapacağız. Ben böyle bir boyunduruk altına giremem, doğrusu böyle bir yolu izleyenleri de hiç onaylamıyorum.”
Bubi, resim yapılacak yüzeyle ilgili yaklaşımını adeta şiirle anlatıyor: “Ben malzemeye dokunmalıyım, dokunma duygusuyla hissetmeliyim onu, bir bedene dokunur gibi; arzuyla. Adnan Bey benim işlerim için ‘gerçek somut’ demiyor mu? Fırçayla yaptığım resimlerime hiçbir zaman dokunamazsın, platonik bir ilişkidir onlalar kurduğun. Oysa kafeslere, düğümlere, örgülere dokunup tutabilirsin. Ben bedenler inşa ediyorum. Dokunabileceğim.”
Bedri Baykam, her zaman açık politik bir tavır sergilemiş sanatçılardandır. Ancak son zamanlarda, hele içinde bulunduğu gerilimle dolu gündemler içinde, aktif siyasetin onu bir taraftan mutsuz ettiğini itiraf ediyor, diğer taraftan buna neden gerek olduğunu izah ediyor: “Mutsuzum, şu işler bir durulsun, kendi seyrinde gitsin de bende artık yalnız kitabımı yazayım, kendi resmimi yapıyım, yalnız kendi uğraşmak istediğim bazı sinema, fotoğraf ve resimle ilgili bölümleri yapayım. Türkiye’de görevini yapmayan siyasiler nedeniyle demokrasinin, özgürlüklerin ve ifade özgürlüğünün ve dolayısıyla sanatçı veya gazeteci olma şartının korunması için bizim siyaset yapmamız gerekiyor.”

Bu konuşmalarla yalnızca 12 ünlü sanatçıyı tanımayacaksınız. Onların doğrultusunda resim dünyasını, başka önemli adları, Türkiye’deki plastik sanatların serüvenini de öğreneceksiniz. Önemli bir konuşmalar toplamı.


Bu bilgiler radikal kitap'dan alınmıştır.

15 Nisan 2015 Çarşamba

İnatlaşma...

Hayatım boyunca çok sık karşılaştığım ve belkide bazen kendim bile bir konu üzerinde İdda etiğim ve inatla israr etiğim şeyler bulunuyor.

İnternette araştırdıktan sonra bulduğum sonuçların çoğunda İnatlaşmanın asıl çocuk işi olduğunu anladım... 

Sonuç: büyümek gerek, her konuda haklı olma mecburiyetimiz yok. Yaşımızın gereği, olgunlaşma vakti :-)


Özellikle 3- 6 yaş arasında belirginleşen bu tavırlara “direnme dönemi” adı verilir. Bu dönem aynı zamanda çocukta kişilik kazanma çabalarının olduğu bir dönemdir. Çocuğu bu direnmelerine aşırı sertlik göstermek, ezmek ya da kendi işlerini kendi yapma fırsatı vermemek (tam tersi de olabilir), aşırı çocuksu bir karakterin gelişmesine neden olacak şekilde onu bebek gibi yedirme, giydirme, beraber yatma gibi davranışlar çocukta kişilik gelişimini zedeler. İleri yaşlarda aşırı bağımlılık ya da tümüyle otorite dışı tavırlar geliştiren kişilik yapılarının oluşmasına neden olur.
Çocuklarda inatlaşma her yaş döneminde görülür. Bağımsız birer birey olduklarının farkına varmaya başlamaları ve dünyayı keşfetme merakları bu inatlaşma sürecini tetikler. Çocuklar anne-babaları ve çevresindekiler ile ayırım yapmaksızın her zaman ve her konuda çatışmaya girebilirler. Çocukların bir inatlaşma nöbeti süresince fikir değiştirdiğine tanık olabilirsiniz. Bazen, neyi isteyip neyi istemediğini bile anlayamazsınız. Örneğin, acıkmıştır ama evdeki yemeği yememekte direnir, hamburger ister, hamburgerciye gidersiniz, ben bundan istememiştim ötekinden al diye tutturur, öteki menüden alırsınız başka bir bahane bulur vs. Birinizden biri yenik düşene kadar devam eder bu sürtüşme.
Çocuğunuzun inatlaşma dönemlerinde her iki tarafın da amaçlarını açıkça ortaya koymaya çalışın. Sizin amaçlarınız çok çeşitli olabilir; ona yemek yedirmek, bir oyuncakçının önünden geri çekmek, ablasının odasından çıkmasını sağlamak veya uyutmak. Onun ise tek bir amacı vardır; sizin dediğinizin tersini yapmak. Ancak bu şekilde size kendisinin bağımsız bir birey olduğunu, kendi tercihlerini kendisinin yapabildiğini kanıtlayacaktır. Pek çok anne-baba bunun farkında olmadığı için çocuklarıyla gereksiz yere çatışmaya girer ve kendilerini de çocuklarını da yıpratır. Daha da kötüsü bazı çocuklar bunu bir alışkanlık haline getirirler, daha ileriki yaşlara taşırlar ve anne-baba bu çatışmalara çözüm olarak şiddete başvurmaya başlar. Kısacası çok küçük yaşlarda başlayan ve çocukların gelişiminde çok doğal olan inatlaşma, anne-baba ve çocuk arasındaki bir iletişimsizliğin başlangıç noktası olabilir ve bir kısırdöngüyle son bulabilir.







ÖNERİLER
İnatlaşma ortamlarında öfkeli ve sabırsız bir tavır takınılmamalı,yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya özen gösterilmeli.
Otoritenin çocuğa, kimin güçlü, kimin güçsüz olduğunu ispatlamak durumunda olmadığı unutulmamalı.
Anne-baba sürekli “hayır”diyen bir konumda olmaktan kaçınmalı.İstediği şeyi neden yapamayacağı basit bir dille açıklanmalı,çocuğun bu durumdan dolayı yaşadığı üzüntüsü paylaşılmalı.
Çocuğa kararlı ve tutarlı fakat sevecen bir tavırla yaklaşılmalı.”Hayır” denilen bir şeye sonradan “evet” denmemeli.
Tüm açıklamalara rağmen çocuk bir süre sonra yeniden istediği şeyi tutturursa,hiç tepki vermemeli.
Çocuğun dikkati hoşlandığı,sevdiği başka bir noktaya çekilmeye çalışılmalı.
(oyun,çizgi film, sevdiği bir yiyecek vb.)
Çocuğa yasaklanan şeyleri anne-baba da yapmamalı ( mutfak dışında yemek yemeye izin verilmezken, babanın maç seyrederken yemeğini TV.’nin karşısında yemesi gibi .)
Çocuğa karşı aşırı koruyucu davranmamalı, kendi başına yapabildiği halde; yemek yedirme, giydirme,beraber yatma gibi davranışlardan kaçınılmalı. Yapabileceği sorumluluklar verilmeli, böylece özgüven kazanması sağlanmalı. Çocuğa seçenekler sunulmalı, böylece çocukta; bağımsız bir birey olarak görüldüğü, onun kararlarına saygı duyulduğu düşüncesi oluşturulmalı.


8 Nisan 2015 Çarşamba

Durmadan 10 yıl Uçan Kuş ?

Bu bilgiyi sizlerle illaki paylaşmak istedim, inanılmaz.


Büyüklüğü bir martınınki kadar olan kara albatrostan, kanat açıklığı 4 m.’yi bulan dev gezgin Albatrosa toplam 20 albatros türü vardır. Kuşgillerin en uzun süre ve en uzağa uçabilen üyesidir. Uydu sistemlerinden elde edilen bilgilere göre, kimi albatros türleri dünyanın etrafını 2 aydan kısa bir sürede katedebilir, ve kanatlarını çıpmadan 6 gün boyunca aralıksız süzülebilir. Albatroslar, sıcak hava akımlarının üzerinde süzülen avcı kuşlardan farklı olarak dalgalardan kaynaklanan rüzgarın kaldırma kuvvetini kullanarak denizin yüzeyine yakın uçarlar.
Genç bir gezgin Albatros, havalandığı andan itibaren çiftleşme zamanı gelinceye kadar yere inmeyecektir, bu süre 10 yılı bulabilir! Kimi zaman denize dalark, kimi zaman da suyun üzerinden yakaladığı balık, kalamar ve karideslerle beslenir.
Durmadan 10 yıl Uçan Kuş ?2 yılda bir, tek bir defa yumurtlar, kuluçkaya yatma ve yemek arama işini dönüşümlü olarak yaparlar. Albatroslar, yavrularına götürecekleri bir ağız dolusu yemek için düzenli olarak 1500 km. yol katedebilirler. Katı besinleri kusarak dışarı çıkarırlar, daha uzun yolculuklarda ise, yiyeceği protein bakımından zengin, yağ oranı yüksek parçalar ayırarak midelerinde saklarlar. Bunlarla hem susuzluklarını giderebilir, hem de besleyici ve yumuşacık balıklar halinde kustukları lokmalarla yavrularını besleyebilirler.
Bu kuşlar 60 yıla kadar yaşayabilir fakat yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Asıl tehdit açık deniz balıkçılığıdır. Her yıl, orkinos yakalamak üzere, kullanılan milyonlarca yemli çengel yüzünden 100.000’i hayatını kaybediyor.

1 Nisan 2015 Çarşamba

Allahın Sopası dedikleri ?!?!

Kendime çok sıkça sorduğum soru, İnsanlar hak ettiklerini yaşarlarmı ?
Bence çoğu insan bunu anlamasada hak ettiklerini yaşar Allahın sopası dedikleri şey bir gerçek...
Yaptığın yanlışları bazen toplu şekilde cezasını çekiyorsun bazende o an aniden alıyorsun eline makbuzunu !



Ben eminim çekiyoruz ama çoğu zaman algılamıyoruz...

Biz İnsanlar fazla Egoluyuz.


Allaha havale edip Sabretmeyi bilmeli insan, bizim haddimize değil ama eninde sonunda bize/size yapılan herşeyin cezasını yaşıyorlar...
Ne yalan söyliyeyim eminim diyorum ama böyle olmasını çok istiyorum.



"Kötülüğün Anası" dedikleri gibi Kötülük Kadınlardan doğmuştur eminim Kötülük ise Kıskançlıktan 
Kıskançlıkta Kadının işi...

Hep bir ben daha öyleyim böyleyim yarışı... 
Bırakın bunları bunlar boş iş, Allah vermiş ve biz ellimizde olan ile en iyisini yapmakla hükümlüyüz.

Birinden daha üstün olmak yerine bir diğerindeki özelliğe kendine avantaja çevirip dahada bilgili ve tecrübeli olmayı bilgi akışını sağlamalıyız , birlik olmalıyız.


Özellikle Türkiyede çok yaygın olan bir sorun...

Rütbe ve sınıflara ayrılmış bir toplum...
Biz sınıflara ayrılmamalıyız.


Türkiyede yaşanan Şiddet ve Korkuları normal sanan bir Milletiz biz.

Oraya gitmeseydi, şöyle yapmasaydı olmasaydı....
İnsanların Özgür düşünmeye ve yaşamaya hakları var bunlar içinde hem zihniyetimizi değiştirmeli hemde kötülükten arınmalıyız...

Sınıflandırılmaktan kurtulmak için önce bir beynimizdeki kötülüklerden arınmalıyız...
Hırslı olmak iyi birşey ama Hırs ayrı kıskançlık ayrı.


Daha iyi bir geleceğe doğru adım atma dileği ile bugünlük benden bukadar :-)


“Geçmiş hassastır, ilgi göstermezsen çürür”


İnan Çetin dilden dile dolaşan efsaneleri anlatırken, kendi de masal anlatıcılardan biri oluyor. Ve elbette bizi de halk efsanelerinin, sözel edebiyatın, dededen toruna geçen bilgeliğin içine katıyor.

27.03.2015 00:20


“Geçmiş hassastır, ilgi göstermezsen çürür”

İnan Çetin 1966 doğumlu. İki romanı; İblisname: Bir Hayalin Gerçek Tarihi (2007), Uzun Bir Ömür İçin Uzun Bir Elbise (2013) iki de öykü kitabı var: Bin Yapraklı Lotus (2003), İçimizdeki Şato (2005).
“Ağaç yağmurun, kuş göğün, göç zorlukların anısını taşır, insan ise hikâyelerin.”  (s. 37) 

İnan Çetin yeni öykü kitabında çağlar ötesinden seslenen masallar anlatıyor bize. Kureyş’in Kurtları hem kitabın hem de kitapta yer alan ilk novellanın adı. Kitapta altı parça yer alıyor, bunlara öykü yerine novella demek daha uygun olur, çünkü her biri birden fazla öykü içeriyor.
İnan Çetin’in anlatısının özelliği de bu; öyküleri iç içe geçirerek anlatıyor. Örneğin ilk eserde anlatıcı torun, dedesinden duyduğu bir hikâyeyi naklederek başlıyor. Bundan sonra dede kendi çocukluğundan  bir hikâyeyi anlatmaya başlıyor. Bu üçüncü hikâyeyi anlatan Kesedar Aslan adındaki yaşlı adam gençliğinde gerçekleşen bir mucizeyi dile getiriyor. Böylece nesilden nesle bir aktarım başlıyor.
Çetin dilden dile dolaşan efsaneleri anlatmakla kalmıyor, kendi de bu masal anlatıcılardan biri oluyor ve bizi halk efsanelerinin, sözel edebiyatın, dededen toruna geçen bilgeliğin içine katıyor.Bunların hepsi mistik öyküler. “Geçmiş hassastır, ilgi göstermezsen çürür” diyerek ancak dilden dile aktarıldığında canlı kalacak geçmişi yaşatıyor. Kültür bağı böyle oluşuyor.

Sevilenin ölümü ardından
Öykülerde ortak temalardan biri sevilen birini kaybettikten sonraki acı; hemen her öyküde bu motifle karşılaşıyoruz. Ölen birini canlı tutmanın yolu olarak onu bazen kilimlerde desen yaparak, bazen efsanelerini dile getirerek, bazen de bilgeliğini sürdürerek canlı tutmanın yollarını arayan karakterler yaratıyor.
Büyük bir aşkla sevdiği karısını yitirdikten sonra “giysilerinin hışırtısını, ayak seslerini ve gülüşünü” duyan biri gerçeklikle bağını yine sevdikleri sayesinde koruyor çünkü “insanın aklını korur sevdikleri” diyor bir sonraki öyküde. Ölüm böylece, her öyküye bilgelik katıyor. “Gerçek hazineyi harap bir kalpte bulabilirsin.” Gerçek aşkı da harap kalplerde arıyor.
Hoş ve farklı olan, kahramanların aşkı kaybettikten sonra değerli bulmaları değil, ellerindeki değeri kaybetme korkusu ile yaşamaları. Yazar bu duyguyu çok güzel aktarıyor. Kaybedilmeden önce değer verilene sahip olmanın ama her an yitireceğini bilmenin verdiği acı. Kitaptaki üçüncü öykü “Ejderha” ölüm sürecine dair: hasta karısı gözleri önünde eriyip yok olurken onu, “zayıf düşmüş, yaşlanmış, tükenmişti, ölüme hazırlanıyordu” diye betimliyor. Bu durumda istenilecek tek şey kalıyor, o da içinde her şeyi barındıran bir tek anı yaşamak, sonsuz bir yolculuğu bir ana sığdırmak.

Zamanlar ötesi
Çetin okuru geçmiş bir zamana götürüyor. İlkel kabileler gibi, bir ermişi var bu kabilelerin. Ermiş sayesinde hayatlarına anlam vermeyi öğreniyor insanlar. Geleceği gören, havaya hükmeden, doğaüstü güçlere sahip, “Her şeyin Efendisi” olarak adlandırılan ermişler, ölüme yaklaştıkça güçleri artıyor, sıradan gerçeklikten kopuyorlar.
Kureyş’in Kurtları – ya da öykünün içinde aldığı şekille, Kureyş’in melekleri – Nuh peygambere kadar dayanan peygamberler soyuna, Nuh’un torunu İbrahim’e kadar gerilere götürüyor ve o zamanlardan bugüne taşıyor efsaneleri.
Yan öyküleri seven bir yazar Çetin. Yıllar önce okuduğum romanı İblisname’de yan öykülerde kaybolduğumu hissetmiştim. Bu kitabında yan öyküler sayesinde masalsı hava vermiş yazdıklarına. Çoğu Doğu masalı gibi, neden sonuç ilişkisini bulanık bırakarak mistik bir havada sürdürüyor öyküleri. 
Ve Wittgenstein’in Tractatus’un 7. maddesi gibi, üzerinde konuşulamayanlar konusunda susuyor, bunu “dilinin sonuna gelmek” olarak adlandırıyor yazar. Sözcüklerin yetmediği ya da tükendiği yer burası. Mucizelerin hissedildiği ama yaşanmadığı. Düşle gerçeğin birbirine girdiği.

“Bu mektubu kime yazmıştınız?” diye sordum
Bazı olayların, durumların insana neden coşku verdiğini, başka başka şeylere dönüştüklerini, bazılarının ise bir anıya bile dönüşemediğini artık anlıyorum galiba. Sevgili dostum Tahtacı Resmi’nin mektup coşkusu, belki de yaşamındaki son coşkusuydu. O gün tertemiz giyinmişti, sanki bulutların arasından uçan bir kuş gibi görünene kadar uçmuş da gelmişti. Beyaza kesmişti. Anımsadığım kadarıyla şöyle demişte ayrılmadan önce: “Biliyor musun, doğanın ruhuyla anlaşmışımdır hep. Ateşin, havanın, toprağın, suyun ruhuyla... Sapkın olduğumu söylüyorlar ama bu doğru değil.”
Fiziksel gerçeklikle düşsel gerçekliğin yakınlaştığı o kadar çok durum var ki, insan bazen fiziksel olanın, düşsel dünyanın yansıma olduğu düşünüyor. Bir an için Tahtacı Resmi’nin bana anlattıklarının da düşsel olduğunu düşünmüştüm.
“Bu mektubu kime yazmıştınız?” diye sordum.
“Ben hiç mektup yazmadım belki de, ama yüreğim dünyanın gelgeç güzelliğini ve insanları hep sevdi” dedi.
Tahtacı Resmi’ye inandığım için kendimi kandırılmış hissetmiyorum, çünkü iki yıldır bir okulda, onun bana anlattıklarını ben de öğrencilerime anlatıyorum. Öğrencilerimin söyledikleri bakılırsa, hayal dünyam oldukça genişmiş. Ben de onlara her defasında, “Kusurlu ve tamamlanmamış olduğunu anlıyoruz” diyorum. “Daha renkli dünyalara ihtiyaç duymamız bundandır.”
Bir öğrenci de şu cevabı veriyor bana: Nasıl derler, acımasız insanların ezdiği her masum fikir, bir aşk gecesi gibidir, gece uçup gider ama fikirler kalır. Bugün bile, eski güzel fikirler bir barınak bize. Belki sadece bize değil, her insana.
Kitaptan
KUREYŞ’İN KURTLARI
İnan Çetin
Yapı Kredi Yayınları
2015, 80 sayfa, 8 TL.
Bu bilgiler Kitap Radikalden alınmıştır.